Tuesday, October 27, 2009

PKKnın Barış Hamlesi

PKKnın Barış Hamlesi – Ya da Son Kartları


Doç. Dr. Celalettin Yavuz
19 Ekim 2009 pazartesi öğleden sonra PKK terör örgütünün Kandil’den inen gurubu ve Mahmur kampından yola çıkanlar bir araya gelerek, Habur sınır kapısına ilerlediler. Bu “PKK terörist gurubu”, Türkiye tarafında DTP’nin adını “Barış Gurubu” koyduğu, içlerinde milletvekilleri ve yöre siyasetçilerinin de bulunduğu bir gurup tarafından gösterişle karşılandı. DTP, bölge halkına adeta gövde gösterisi yaptı. PKK da, sanki bir terör örgütü değil de, “savaşan taraf”mışcasına, Türkiye’ye “zeytin dalı” uzattığını ileri sürdü.11 Eylül 2001 tarihli, ABD’deki “el-Kaide” güdümlü terör olaylarının ardından BM, ABD ve AB terör tanımı konusunda anlaştı ve şu söylemi ortak paydaya aldı: Bunlara göre terörizm; “Herhangi bir kişi veya gurubun; örgütlü, sistemli ve önceden planlı olarak ve siyasi bir amaçla; hedef ülkenin toprak bütünlüğünü, devletin temel (anayasal) kuruluşlarını ve politik, ekonomik ve sosyal yapısını değiştirmek veya tahrip etmek, devletin politikalarını ve icraatını etkilemek ve zaafa uğratmak amacıyla; baskı, şiddet, korkutma, yıldırma, sindirme ve tehdit yöntemlerinin tümünü veya bir kısmını kullanarak halka gözdağı vermesi, halkın korku içine girmesine sebep olması, kişi veya kişilerin ölümüne veya yaralanmasına kamu ve/veya özel mülke ait, gayrımenkul ve taşınabilir mal ve altyapı tesislerinde hasara sebebiyet verilmesidir.”
Bu tanımın PKK terör örgütünü kapsamaması mümkün değildir. “Peki ne oldu da PKK, durup dururken “zeytin dalı” uzatma gereğini hissetti?” sorusuna cevap bulmaya çalışalım.
Dünya Siyasi Konjönktüründeki Gelişmelerin PKK’ya Etkileri
1999’da Abdullah Öcalan’ın yakalanıp Türkiye’ye teslim edilmesiyle birlikte küllenmeye başlayan PKK törör örgütü, 2003 Irak müdahalesi ile adeta küllerinden yeniden doğdu. Irak’ın kuzeyinde geniş bir harekat alnı, beklemediği bir destek buldu. ABD’nin eski “Başkan Ulusal Güvenlik Başdanışmanı” Brent Scowcroft’un söylediği gibi, ABD İran’da PKK terör örgütünün benzeri ve yandaşı “Kürdistan Özgür Yaşam Partisi” (PJAK)’ni desteklemiş, 2007’de bu desteğe son vermişti. PJAK’a destek veren, 1 Mart Tezkeresi sebebiyle başına çuval geçirdiği ülkeyi “hizaya getirmek” için PKK kartını da kullanır. Kullandı da. Bu durum da aşağı yukarı Kasım 2007’ye kadar devam etti. PKK kartını Irak Kuzey Yönetimi (Barzani-Talabani yanlısı KDP-KYP) de Türkiye’ye karşı, tıpkı ABD gibi kullandı. Hatta Irak’ın kuzeyinde yuvalanmalarına destek verdi, onları teşvik etti.
Ancak, ne zaman ki 2006 sonlarında G.W. Bush yönetimine tavsiye edilen Baker-Hamilton Planı ortaya çıktı ve “Irak’tan onurlu bir çıkış için komşu ülkelerle ilişkileri düzelt!” dendi, ABD bu öneriye Kasım 2007’de uymaya başladı. Eğer bunu uygulamasa, Türkiye belki de Irak’ın kuzeyine sınırlı bölgeye de olsa girip, bir tampon bölge oluşturacaktı… Hele de 2008 yılı ortalarından itibaren ABD-Irak el-Maliki hükümeti arasında, ABD askerlerinin geri çekilmesiyle ilgili takvim üzerinde görüşmeler başlayıp, bunu SOFA (Status of Forces: Güçlerin Durumu) anlaşması da izleyince, PKK terör örgütü için Irak’ın kuzeyinde “çanlar çalmaya” başlamıştı. Üstüne üstlük Temmuz 2009’da, Bağdat’ı ziyaret eden Başbakan R. Tayyip Erdoğan, el-Maliki ile içinde güvenliğin de yer aldığı, 4 ana maddesi bulunan bir “Stratejik İşbirliği Konseyi”nin kurulmasını imza altına almıştı.
Irak Kuzey Yönetimi de zaman içerisinde söylem değiştirdi. Daha 2007 yılı son çeyreğinde bile Türkiye’nin “PKK teröristlerine desteğini çek!” şeklindeki çağrısına, “Türkiye’ye verecek bir kedimiz bile yok!”, ya da “Kürdün Kürde kırdırma dönemi bitti!” şeklinde nispeten sert cevaplar verirken, bu söylemini zaman içerisinde yumuşattı. Buna Ocak 2009 başında Irak’ın kağıt üzerinde de olsa, “bağımsız” bir devlet haline gelişi, ardından el-Maliki hükümetinin otoritesini sağlamak için aldığı önlemler peşpeşe gelmeye başlaması, o güne kadar en büyük destek gibi gördüğü ABD’nin, artık Iraklı Kürtelere 2003 yılındaki gibi “sofralarının en iyi yerlerinde yer ayırmayışı” görülmeye başlayınca, siyasi söylemlerde değişim yaşandı.
31 Ocak 2009 Irak Mahalli Seçimlerinde (Kerkük ve Irak Kuzey Yönetiminin üç vilayeti hariç) el-Maliki hükümetini destekleyen bir sonuç da alındı. Bu sonuçla Maliki, Kuzey Yönetiminin isteklerinin hilafına ve “Irak milli bütünlüğü” doğrultusunda politikalarını kararlılıkla sürdürmeye başladı. Çekişme Kerkük’ün statüsü, petrol yasası, hükümranlık sahalarının sınırları ve “peşmerge” üzerinde yoğunlaştı. Hele de Temmuz 2009’da Kuzey Yönetimindeki mahalli seçimlerden de KYP büyük, KDP de nispeten küçük bir yara alarak çıkmışlar, bölgede önemli bir muhalefetle karşılaşmışlardı. Bu kan kaybediş, aynı zamanda Merkezi Hükümete karşı da dirençlerini azaltmıştı. Bu sebeple söylemlerinde artık Cumhurbaşkanı Celal Talabani tarafından PKK terör örgütü elebaşılarına, silahlarını bırakması ya da Irak’ı terk etmesi çağrısı yapılmaya başlandı. Talabani’nin ardından Irak Kuzey yönetimi Lideri Mesut Barzani de, “PKK silah bırakmalı” demeye başladı. Hatta bir adım daha ileri giderek, 1993 ve 2003 yıllarında aynı gazetecice söylediği ileri sürülen “Bağımsız Kürt devleti” söyleminden en azından şimdilik çark ettiği ortaya çıktı.
 Peki KDP-KYP ve lider kadrosunu bu söylem değişikliğine iten, sadece ABD’nin çekilmesi ve Türkiye-Irak Stratejik İşbirliği Konseyi’nin varlığı mı idi? Elbette bunlar önemli gelişmelerdi, ama yeterli değildi. Önemli olan, artık ilahların Ortadoğu ve Hazar havzalarındaki petrol ve doğalgazı batıya ulaştırmada Türkiye’yi bir enerji koridoru olarak kullanma konusunda anlaşmaya varmış olmalarıydı. Bunun için de 2007’de PKK’nın üzerini çizen ABD, 2008-2009 döneminde Barzani – Talabani ikilisine, “Bağımsızlığınız bir başka bahara!”, şimdi “ayak altında dolaşmayın!” demişti. Üstelik Kürtleri savunan G.W. Bush yönetimi gitmiş, Türkiye’ye “büyük önem verdiği” izlenimi yaratan Obama ABD Başkanı olmuştu. Hele de küresel ekonomik kriz var iken, Afganistan’da Türkiye’ye ihtiyaç duyarken, nükleer silah ürettiği kuşkusu mevcut İran’a silahlı müdahale dahil tüm yaptırımlar masada dururken, Türkiye ile ilişkileri germek yerine, Türkiye’yi kazanmak çok daha önemliydi. Ağustos 2008’deki Güney Osetya Krizi de Türkiye coğrafyasının önemini bir kez daha gözler önüne sermişti.
İç Siyasetteki Gelişmeler ve Açılımın Etkileri
İlk kez Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, Mart 2009 sonlarında Bağdat’a hareket etmeden önce “ayaküstü” PKK ile ilgili bazı açıklamalar yapmış, bunun üzerine kamuoyu “PKK teröristlerine af mı var?” demeye başlamıştı. Daha sonra bu konu üzerinden çeşitli gelişmeler söylem şeklinde gelişti. Nihayet ağustos 2009’da Başbakan R. Tayyip Erdoğan tarafından, henüz tam olarak kamuoyunun hala anlayamadığı bir “Açılım” söylemi duyuldu. Bu açılım tam olarak ve “açıkça” açılıp tanımlanamadığı için, hem anamuhalefet, hem de muhalefetin büyük partisi tarafından sert bin şekilde eleştirildi. Bu açılımı “Kürt açılım” gibi yorumlayan DTP ise ayakta alkışladı. Ardından Genelkurmay Başkanlığı’nın Zafer haftası sebebiyle 25 Ağustos 2009 tarihli basın açıklaması, DTP’nin hevesini kursağında bırakacak denli ve farklı bir anlam taşıyordu. Her ne kadar Cumhurbaşkanı Abdullah Gül tarafından “mükemmel bir açıklama” gibi belirtilse de, Türk Silahlı Kuvvetleri (TSK)’nden yükselen bu ses CHP ve MHP gibi, açıkça anlaşılmayan “Açılım”a bir tepki olarak değerlendirilmiş ve desteklenmişti.
Bu direnç üzerine hükümetin söyleminde bazı daralmalar gözlemlendi. Öyle ki, başlangıçta açılımı neredeyse davul zurna ile karşılayan DTP’nin Genel başkanı Ahmet Türk, “Dağ fare bile doğurmadı!” diyerek, birdenbire açılımı zehir zemberek ifadelere boğan kişi haline geldi.
Açılımın “açıldığı” günlerde PKK terör örgütü elebaşısı Abdullah Öcalan da devreye girmiş, açılım konusunda kendisinin de mutlaka devrede olması gerektiğini DTP vasıtasıyla çeşitli kereler kamuoyuna duyurmuştu. Üstelik Türkiye’den ayrılmak da istemiyorlardı. Sadece mahalli idarelerin biraz daha özerk bir yapıya kavuşturulması, sınırları belirli bir coğrafya (eyalet gibi), kendi güvenlik güçleri olacaktı. Tabii ki Anayasa’da bazı değişiklikler (değiştirilemeyen maddeler dahil) de isteniyordu. Bu kadar isteğe bir de “Genel Af” gerekliydi. Kendisi ve PKK terör örgütü  elebaşıları dahil af kapsamına alınacaklardı. Böylece, “silahlara veda!” diyecekler ve “düz ovada siyaset” yapacaklardı.
Bu model, aslında Irak Kuzey Yönetimi’nde görülenin aynısıydı. Peşmerge yerine de dağdan inen PKK silahlı olarak devam edecekti. Zaten PKK terör örgütü elebaşılarının yanlarında silahlı adamları olmadan, yani korku ve dehşet salmadan siyaset yapmaları mümkün değildir. Bu duruma ise, her yıl büyük meblağları bulan uyuşturucu kaçakçılığı, insan-mülteci ticareti, haraç ve bağışlardan elde ettikleri gelirlerden feragat etmek suretiyle “katlanacaklardı!”
Ancak, Türkiye’den yükselen direnç, PKK terör örgütünün açılımla ilgili muradına sert bir tokat etkisi yarattı. Bunun üzerine, istedikleri bir tepsi ballı böreğin tamamı yerine, bir kısmına rıza göstermek istediler. Zira daha birkaç gün önce ABD, Recep karayılan ile birlikte PKK terör örgütü elebaşılarından üçünü daha İNTERPOL tarafından aranan “uyuşturucu kaçakçıları” listesine koydurtmuştu. Çember daralıyor,terör örgütünün harekat alanı küçülüyor, destekler kayboluyordu. Burada en güzel manevra “Dost eli” gibi “moda” bir söyleme  sarılmaktı. Nasıl olsa Obama da “değişim” ve “Dost eli” ile açılım yapmıştı. Bunun sonucu olarak, Kandil ve Mahmur’dan barış güvercinleri uçurtularak, kuzu kılığına girmiş “etnik mafya ve terör elemanları” Türkiye’ye sözde “dostça” giriş yapıyorlardı…
DTP’nin kanatları altındaki bu dostluk güvercinlerine devlet ne yapar bilmiyoruz. Herhalde mevcut hukuki kurallar uygulanacak, savcılık soruşturmasından geçirileceklerdir. Aksi de düşünülemez. Yani Türkiye tutup da, onlar bize “dost eli uzattı”, biz de bu eli “dostça” sıkalım demeyecektir. Derse doğru olmayacaktır. Çünkü ne İngiltere IRA’ya, ne de İspanya ETA’ya “dostça” el uzatmamıştır. Üstelik hükümetin bazen “Demokratik Açılım” diye de telaffuz edilen söylemi ile teröristleri ve terörizmi aynı çatı altında bağdaştırmak da mümkün değildir…
Sonuç
Dünya siyasi konjönktöründeki değişimi, enerji hatlarının inşasına karar verilmesi, ABD’nin bölgeyi sorunsuz terk etmeye çalışması, bölgede Türkiye’ye duyulan ihtiyaç vb. hususlar bir araya geldiğinde, hem PKK terör örgütünün manevra alanı daralmış, hem de Irak Kuzey Yönetimi’nin terör örgütüne destek verme fırsatı asgari düzeylere inmiştir. Aksine bir durum, Irak Kuzey Yönetimi’nin sonunu dahi getirebilir. Böylesi bir ortamda Türkiye’de “Açılım” söylemi, bir an için PKK terör örgütüne ve yurtiçi-yurtdışı destekçilerine fırsat vermiştir. Bu maksatla önce bütün bir parçayı istemiş, Türkiye’de açılıma karşı büyük bir direnç görülünce, bütünün küçük de olsa bir parçasıyla yetinilmesi siyasetine başvurulmuş, “barış gurubu” eşliğinde bir gurup terör örgütü elemanı küçük ve masum çocukları da “alet” etmek suretiyle “anayurt” Türkiye’ye zeytin dalı uzatarak girmiştir. Türkiye’nin normal hukuki süreci işletmesi halinde, durum provake edilebilecek gelişmelere açıktır. Çünkü sözde “barış için” gelmişlerdir…. Bakalım “Bölgesel Güç” Türkiye, bu barış taarruzunu nasıl geçiştirecektir? Ayakları yere basan bir devlet gibi mi, yoksa sıradan bir devlet gibi mi?
PKK terör örgütü ne zaman ki önkoşulsuz silah bırakır, o zaman Türk adaleti bunu en insancıl şekilde değerlendirir. Türkiye bunu daha önce de yapmıştır. “Yurtta sulh, cihanda sulh!” söylemi içerisinde bu insanca yaklaşım da mevcuttur. Gerekirse Türkiye genel af da çıkartabilir. Ama bu şekilde ve dışarıdan zorlama ile değil. Aksi takdirde Türkiye’de gelecekte “ülke için canını seve seve verecek” yurttaşlar bulamayacaktır. Bu asla unutulmamalıdır…
qaynaq

No comments:

Post a Comment